ARTHOUSE VE İÇE BAKIŞ: JACQUELINE LENTZOU İLE SÖYLEŞİ

Yakın zamanda çokça övgü alan Fox (2016), Hiwa (2017) ve Hector Malot: The Last Day of the Year (2018) dahil olmak üzere yalnızca yedi kısa filmde, Jacqueline Lentzou estetik kaygılarını ve üstün yeteneğini açıkça ortaya koydu. Meraklı ve empatik bir kamerayla, çoğu zaman istenmeyen değişim ve geçiş anlarını, belki de daha önemli olmasını dilediğimiz, hakkımızda çok şey açığa çıkaran anları yakalar. Ergen totemlerinin sıradanlığı, olgunluğu önleyen üzüntüyü, değerini bilmediğimiz şeyin kaybı; bunlar Yunan film yapımcısının etkileyici çalışmasını tanımlayan anlar. Lincoln Center’ın Yeni Yönetmenler/Yeni Filmler Festivali’ndeki Modern Sanat ve Film Müzesi’nin bir parçası olan bir haftalık gösterimler sırasında, yapımcıyla kendi keşif ve şefkat dilini nasıl ürettiği hakkında konuştum.

Filmlerinizin çoğu, kimsenin paylaşmayı düşünmediği özel anları gizlice dinlediğimizi hissettiriyor. Filmlerinizin samimiyet dilini geliştirmekten bahsedebilir misiniz?

Bir şeyi nasıl düşündüğüm sorulduğunda, verecek iyi bir cevap bulamıyorum çünkü en azından kısa formatta bu çok içgüdüsel. Görsel olarak yazıyorum; çünkü bence samimiyet ve bir filmin tüm hissi sette gerçekleşmeden önce yazılıyor. Görüntü yönetmenim Konstantinos Koukoulios, en yakın arkadaşım ve bu çok önemli, çünkü filmlerimde tasvir etmeye çalıştığım durumlarla, yakın olduğum insanlarla çalışma eğilimim bağlantılı diyebilirim. Bu çok, çok doğal bir şekilde ortaya çıkıyor. Sabit kameraları sevmediğime dair erken bir karar almıştım, bu da o doğal yerden geliyor. Henüz okuldayken el sinematografisine geçtim. Tüm film alıştırmalarımız sabit pozisyonlar ve tripodlar gerektiriyordu ve kendimi hiç özgür hissedemedim. 2010 civarında, serbest dolaşımı sevdiğimi anladım. Kamera hareketi bana gözlerimizin nasıl hareket ettiğini anımsatıyor. Sana baktığımda sadece sana bakmıyorum, arkana ve etrafına da bakıyorum. Samimiyetten bahsettiğimiz için mutluyum, bunu anlatabilmek, filmlerin organik bir yönü olması hedeflerimden biri. İnsanların orada olduklarını ve o anı, yaşanan her şeyi paylaştıklarını hissetmelerini istiyorum.

Tripod kullanımınız ile el kamerası hareketleriniz arasındaki denge oldukça ilginç. Mekânları geleneksel şekilde değil, kaotik bir andan sonra keşfediyorsunuz. Özellikle “Hector Malot” filmindeki kilise sahnesini düşünüyorum.

Ben de kiliseyi düşünüyordum! Çekim kurmanın yaptığının tam tersini yapan bir ilişki kurmayı seviyorum. İzleyicilere şimdi burada olduğumuzu söylemek yerine, şu anda bu ruh halinde olduğumuzu söylemek daha çok ilgimi çekiyor. Beni asıl ilgilendiren ruh hali ve atmosfer. Nefes alabilmek için de geniş açılara ihtiyacım var. “Hector Malot”’da karakterin tam olarak nerede olduğunun farkında olmamasını daha ilginç buldum. Ayrıca geniş açıma sahip olduğumda, genellikle çok fazla ileri geri hareket ediyorum, izleyicilerime onları sonradan gelecek şeye hazırlamak için, daha sakin bir şey borçlu olduğumu hissediyorum. “Hiwa”da kamera her zaman hareket ediyor. Şimdi izlediğimde bile, bazı yönlerini seviyorum. Çok titrek, belki biraz daha sakin açılar katsaydım izleyici için daha sakinleştirici bir deneyim olurdu.

“Hiwa” size ait izlediğim ilk filmdi ve kendimi avangart bir film izlemeye hazırlanıyor gibi hissetmiştim. Elbette diğer çalışmanızda da çok fazla deneysellik mevcut, ancak insanları yetişkinlikten hemen önce yakalamak için daha lineer ve duygusal hikayeler anlatıyorsunuz. Bu tip filmleri nasıl finanse ediyorsunuz? Bunları bir sinopsiste açıklamaya çalışmanın zor olacağını düşünüyorum.

Sinopsis hazırlamaktan nefret ederim. İyi yaptığım bir şey değil, ev işi gibi geliyor. Bulaşıkları yıkamalıyım, sinopsis yazmalıyım. Neyse ki, kısa film yapımında büyük ölçüde bir sinopsise ihtiyaçları yok ama ben şu an iki tane uzun metraj film ile uğraşıyorum ve ilk istedikleri şey sinopsis çünkü bütün senaryoyu okuyacak vakitleri yok. Sinopsisler bir yaratıcının kafasındakini aktarmaz, bu sadece başka bir belge. Yunan Film Merkezi’nden resmi olarak fon alan tek filmim “Fox” için bir başvuru yazmam gerekti. Senaryoyu istediler ve bana 9000 Euro verdiler. Bu hiçbir şey değil. Tanrı’ya şükür eldeki imkansızlıklardan her zaman iyi şeyler yaratabilen bir yapımcım vardı. Çılgın bir film olan “Hiwa” için Atina Film Festivali tarafından, altı yönetmenle birlikte Atina’yı farklı bir şekilde göstermek için görevlendirildim ve bunun için bize 7000 Euro verdiler. “Hector Malot” gönlümden geçen bir işti, ayrıca; uzun metraj filmimde bir gecikme olacağını öngördüm ve bu esnada başka bir şey çekme ihtiyacım doğdu. Fon bulmak zor bir iş. Biraz klişe olduğunu biliyorum ama parasızken daha yaratıcı ve cesur olabildiğiniz bir gerçek.

İşin dolaylı olarak ne kadarı otobiyografik? Ne kadarı başkalarının deneyimlerinden esinlendi?

Kasten başkalarının deneyimlerini fazla kullanmıyorum. Bilinçsizce ne olacağını pek bilmiyorum. Arkadaşlarım ve ailemle, insanlarla gerçekten ilgileniyorum. Ama her şey yine de bireysel dünya görüşümün yaratılmasına bağlı. Yazdığım ve aktarmaya çalıştığım her şey benim üzerimden gelişiyor. Elbette biyografik değil ama kaynak materyal her zaman kişisel. Bir filmi izlediğimde, ne kadar güzel yapılmış olursa olsun, beni filme aşık eden şey dürüstlüktür. Bu başlı başına bir konu, dürüstlük nedir? Tamamen insanların bildiklerini yazmaları ile ilgili olmalı. Şu an için en iyi bildiğim şey, tecrübeleri nasıl algıladığım, nasıl hissettiğim ve yaşadığım ruh halleri. Kendime atıf yapan filmler değil, kişisel filmler yapmaya çalışıyorum ve bunların arasında önemli bir fark var.

Harmony Korine hayranı olduğunuzu bilmek, özellikle de bir tür dağınık, biraz grotesk banliyö ortamında geçen “Fox”un bazı bölümlerini düşündüğümüzde mantıklı geliyor. İkiniz de dağınık, melankolik bir hermetik ergenlik duygunu yakalıyorsunuz. Eksantrik aile ve kasıtlı olarak kirli görünen ev Korine’i olduğu kadar bana kendi çocukluğumu da hatırlattı. Ev imgesi nereden geldi?

Harmony Korine’i sevdiğim gerçeği, karakterlerine benzer şekilde büyümemle ilgili. Onu keşfettiğimde büyülenmiştim çünkü kendimi film yaptığı şeyle özdeşleştirmiştim. Evimi görebilseydiniz, annem gençken orası çok gösterişliymiş, ama ben çocukken oraya tekrar taşındığımızda, tamamen çürümüş bir evdi. Her zaman eski, aynı ve güzel olan bir evde olmak farklıdır, ama bir yerde büyürken, onun çöküşünü hissetmek kemiklerinize işler. Zamanla değişir, duvarlar soyulur, rutubet kokar. Bunu çok iyi bilirim. Gummo’da (1997) çocuğun portreyi kaldırması ve arkasından çıkan bir sürü sineği gördüğümüz sahnede kendimi orada gibi hissetmiştim. Ben öyle bir evde büyümedim ama…”Fox”daki evin referans noktası Selanik’teki evimdi. Geçmişte içinde mutluluk barındıran, ama artık o mutluluğun terk ettiği bir evi bulmak oldukça bilinçli bir hareketti. Harmony Korine, Chantal Akerman, Jonas Mekas, Claire Denis gibi yönetmenleri çok seviyorum ve bir bağımız olduğunu hissediyorum, aynı ailedenmişiz gibi. Onlar kadar yetenekli olmasam da ortak bir noktamız olduğunu düşünüyorum. Sistemime giriyorlar ve beni bir şarkı gibi şekillendiriyorlar, ama ben asla “Hadi böyle çekelim” demiyorum. Birbirine tarz olarak benzeyen çok şort gördüm ve bu modaymış gibi hissettiriyor. Bir şey görüyorlar, hayran oluyorlar ve ondan bir kopya yapmak istiyorlar. Bu bilinçli bir şekilde yapıldığı zaman başarılı olamıyor, fakat bu bilinçaltında gerçekleştirildiği zaman daha fazla derinliği var.

Çürüme özellikle sinematik olandansa, çok eski bir bir edebiyat kibiridir. Mesela Dickens’da…

Ve Baudelaire’de…

Evet! Filmlerinizde bunu bir tür dramatik ve ironik kontrpuan olarak kullanıyorsunuz. Gençlerin hayatlarının yeni evrelerine geçtiklerini gördüğümüz gibi, etraflarında yaşananların kemikleri ve asla gerçekleşmemiş olan ilerlemenin hayaleti.

Biliyor musun? Ben hayatın böyle olduğuna inanıyorum. Büyüdüğünüzde her şeyin yolunda gideceğini, veya biri öldüğünde her şeyin kötü olduğunu söyleyen filmleri ve kitapları anlamıyorum. İyi ve kötüye, aydınlık ve karanlığa olan bu bakış açısı, çocukken bile dünyayı anlamanın daha kolay bir yoluydu. Dünya bundan daha karmaşık. Tabii ki işler yoluna girecek. İyimser bir insan değilim ama değişime inanıyorum ve çürüme de başlı başına bir değişikliktir. Bir bakıma aynı fikir bu.

En eski kültürlerimizden birinin kanıtlarıyla çevrili büyümenin bu anlayışı pekiştireceğini düşünürdüm. Amerika’da buna sahip değiliz. Biz genç bir kültürüz ve çocuklara olmak istedikleri her şeyi olabileceklerini söylüyoruz. Memnuniyetsizliğimizi gizlemeliyiz, oysa Avrupalılar, hele ki Fransızlar, hayatın bir kısmının çürümeyi anlamak olduğunu biliyorlar.

En sevdiğim yazarlardan bazıları, 60’ların Fransız yazarları – Camus, Sartre ve varoluşçuların geri kalanı. Beni etkilemelerinin bir sebebi de, uzun zamandır hissettiğim şeyleri onlar sayesinde okuyabilmiş, fakat 15-16 yaşındayken bunları ifade edememiş olmamdır. Bu yüzden Fransızlardan hep etkilenmişimdir.

Bu dünya görüşümüzü hâlâ oluşturduğumuz mükemmel bir yaş. Sizin gençlik yıllarınız nasıldı?

Çocukluğumda olanları çok erken sindirdim. Başkalarının 30 yaşında yaptıklarını ben tek başıma daha küçük yaşımda yaptım. Aile ilişkilerim yüzünden büyümek daha zordu. İlkokuldayken her şeyin ne kadar kötü olduğunun farkında değildim. Ergenlik yıllarımda birçok şeyle yüzleştim. Çocukluğumdan beri yazıyordum ve yazar olacağımı düşünüyordum. Kalemim gittikçe daha karanlık bir hal aldığında yeni arkadaşlarla edindim. Scorsese ve Coppola -tabii ki onlar da muhteşemdi- haricinde başka yönetmenlerin filmlerini izlemeye başladık. Fakat o dönemde başka kapılar açıldı. Wim Wenders, Gus Van Sant gibi isimler beni sinemaya yönlendirdi. Elephant (2003) izlerken ben de film yapabileceğime karar verdim. 14 yaşında gördüğüm ilk arthouse filmiydi ve “Bunu ben de yapabilirim!” diye düşündüm. Bunlar beni şekillendirdi. O zamanlar kim olduğumla ve verdiğim kararlarla özdeşleşiyorum. Tabii ki büyüdüm, 29 yaşındayım, ancak ergen benliğimi çocukluğumdan veya yetişkin halimden farklı görmüyorum, bu da benim ve arkadaşlarım, hatta ilişkilerim için biraz kaotik tabii. Saf bir zaman ayrımı olmadığı gerçeğini ve insanları birer birim olarak gördüğümü düşünüyorum. İnsanların geriye bakıp “15 yaşındayken bunu yaptığıma inanamıyorum” demesi bana tuhaf geliyor. O zamanki ruhlarından çok uzaktalar. Buna nasıl inanmazsın? Kimdin? O anıya sahibim. Bu olayın şunu ya da bunu beslediğini söyleyemem ama kesinlikle arthouse sineması bunları anlayabilmem için oldukça fazla iç gözlem yapmama neden oldu.

Scout Tafoya

Çeviri: Nil Ege Özden