27 Oca Bu kocaman dünyada “Geçen Gün”
Kundura Sahne’nin ilk oyun prodüksiyonu “Geçen Gün”ü yönetmenleri Kerem Kurdoğlu ve Naz Erayda ile konuştuk.
Esra Ece Kuleci*
2023’te beşinci yaşını kutlayan Kundura Sahne’nin yapımcılığını üstlendiği ilk oyun Geçen Gün aralık ayında seyirciyle buluştu. Kerem Kurdoğlu yazdığı, aynı zamanda yönetmenliğini Naz Erayda ile birlikte yaptıkları Geçen Gün şehirle iki kişi arasında geçen endişe dolu bir sevgi hikâyesini anlatıyor. Oyun, 2021’de kurulan ve şehir atıklarından ürettikleri enstrümanlarla performanslar gerçekleştiren Tophane Noise Band müzikleriyle sahnede yer alırken, Çıplak Ayaklar Stüdyosu oyunun uygulayıcı yapımcılığını üstleniyor. Oyun; dans, konser ve performansı sahnede bir uyum içinde seyirciye sunuyor. Esme Madra ve Ozan Çelik ise bize bu hikâyeden “iki kişi” olarak eşlik ediyor. Oyunun yönetmenlerinden Kerem Kurdoğlu ve Naz Erayda ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kumpanya Tiyatrosu, 1991 yılında İstanbul Tarlabaşı’nda yer alan İstanbul Sanat Merkezi’nde başladığı çalışmalarına, 2006 yılında İstanbul Sanat Merkezi’nin kapanmasına kadar devam etti. O yüzden ilk sorum sizlere şu olacak. Tekrar üretme isteği nasıl ve ne zaman oluştu?
Naz Erayda: Kumpanya, Manastır’ın (İSM) boşaltılma kararıyla birlikte fiziksel mekanından ayrıldı ama Kumpanya’nın kurucuları olan biz, bazen kuruluş amacını veya çalışmalarını kendimize yakın hissettiğimiz tiyatro ve sanatçılarla, ya da üretim biçimleri nedeniyle kendimizi ifade edebileceğimizi düşündüğümüz bazı sanat kollektifleriyle, uzun zamandır da eğitim kurumlarıyla işbirliği yaparak çalışmalarımızı sürdürdük. İlgi duyduğumuz konularda, birbirinden farklı ama birbirine yakın disiplinler arasında, farklı platformlarda işler yapmaya devam ediyoruz. Kerem, Kumpanya yıllarında ve öncesinde yaptığı işlere, kapandıktan sonra da devam etti, oyun ve senaryo yazıp yönetmeye ve bu konularda dersler vermeye devam ederken bir yandan da sinemada post prodüksiyon süpervizörü olarak çalışmalarını sürdürüyor. Devlet Tiyatrosu’nda oynayan Ve Hep Birlikte Soldan Çıkarlar, yazıp yönettiği müzikli bir Kafka uyarlaması olan İstanbul’da Bir Dava ve yönetmenliğini yaptığı Ionesco’nun, Kel Şarkıcı’sı ilk aklıma gelenler. Mehmet Birkiye’nin isteğiyle Shakespeare’den uyarlayarak III. Richard, Neden Yaptım? adlı oyunu yazdı. Richard’ın ardından, bir üçleme olarak art arda çalışılması düşünülen, yine Shakespeare uyarlaması olan oyunların ikincisini yazmaya devam ediyor.
Ben de üç farklı üniversitede, Deneysel Sahne Tasarımı, Sinemada Sanat Yönetmenliği ve Doğaçlama- Uzam Zaman Beden başlıklı dersler verip, farklı kurumlarda atölye çalışmaları yaparken, bağımsız sinema filmleri için yapım tasarımcısı ve sanat yönetmeni olarak çalışmayı sürdürdüm. Disiplinlerarası çağdaş gösteri sanatları dergisi olan Gist’in yayın yönetmenliğini yaptım. Aynı zamanda da kendi disiplinlerarası işlerimi yapmaya devam ettim. Onların içinde beni en fazla heyecanlandıranlardan bazılarının isimleri de şöyle: İstanbul by Naz, Antakya by Naz, Çizelge Oyun, Sansürcü, Sevim Burak’ın üç hikayesinden uyarlayarak yönettiğim Ya Seni Rüyasında Bir Daha Hiç Görmezseile hem özgürleştirici, hem de kollektivizm ve sınırlar konusunda bakışımı etkileyen Beni Duyuyor musun?, Nurşen, Course, Hulahoop, Uzun Bir Yıl: Yürümek, Durmak, Ölmek Üzerine Bir Çalışma, Kesişmeler I ve II
Metnin yazım sürecinden de biraz bahsedelim istiyorum, Kumpanya’nın işlerini izleme şansım olmadı ancak arşivlerde Kumpanya’ya dair nitelikli bilgilere erişme şansımız var. 1994 yılındaki Kim O? işinde de “geçen gün” kelimesinin geçtiğini fark ettim. Geçen Gün için o günden bugüne birikenlerin bir üretimi diyebilir miyiz?
Kerem Kurdoğlu: O günden bugüne bir “birikim” değil de, tohumları o zaman atılmış olan, gerçekleşmesi bugünü bulan bir fikir diyebiliriz. 1994 yılında Naz’ın projesi olarak yaptığımız Kim O?‘da, oyuncularla yaptığımız çalışmalardan kullandığımız fikirlerin sözlerini ben yeniden yazmıştım. Yine Naz’ın verdiği çalışmalardan biri için ben iki oyuncunun kelime kelime paylaşarak anlattığı ve şu sözlerle başlayan bir parça yazdım: “Geçen gün, yolda yürüyordum, polis yolumu kesti.” Naz, o çalışmayı beğendi ve Kim O?‘da kullanmaya karar verdi. Ben o sahneyi çok seviyordum ve büyüterek tek başına bir oyun yapma fikri daha o zamandan aklımdaydı. Yabancı dizi terminolojisiyle söylersek tam bir “spin-off” yani. Hatta 2005 yılında, yaklaşık 15-20 dakikalık bir versiyonu Kumpanya oyuncularından Bilge Arat ve Cenk Telimen’le çalıştık, ama o çalışma seyirci karşısına çıkan bir ürüne dönüşmedi. Daha sonra Filiz Sızanlı ve Mustafa Kaplan bir gösterileri için benden kullanabilecekleri bir metin istediler, ben bu metni verdim. Metnin bir kısmını kullandılar. Ve nihayet, 2022 yılının Eylül ayında Mihran Tomasyan bize birlikte bir iş yapmayı teklif ettiğinde, biz bu metni önerdik, onlar da çok sevdiler ve son yolculuk başladı. O sırada metin sadece 15-20 dakika uzunluğundaydı. Ben yeniden yazdım ve metni şu andaki haline getirdim. Oyunda, Kim O?‘daki bazı bölümler ve hatta Naz’ın bazı sahneleme fikirleri hala kullanılıyor. Örneğin seyircinin önüne gelip sakin bir edayla uzun uzun seyirciye bakan oyuncular. Yani Geçen Gün, 30 yıl önceki bir fikrin nihayet gerçekleşmesidir diyebiliriz. Bana sıkça sorulan bir soru şu: “Bugüne çok uyuyor. Yeniden yazarken güncelledin mi?” Açıkçası oyunun ele aldığı tema, herhangi bir “güncelleme” çabası gerektirmiyordu. Örneğin Kim O?‘dan alıp kullandığımız diyaloglarda herhangi bir değişiklik yapmaya gerek duymadım. Hatta yeniden yazarken özellikle “zamansız” kalmasını tercih ettim. Cep telefonu gibi birkaç ayrıntı dışında, 30 yıl önce olamayacak hiçbir şey yok bence metinde.
Tophane Noise Band ile yollarınız nasıl kesişti? Bu iki topluluğun ortak ve zamansız bir “iş” üretmesini çok kıymetli buluyorum. Yaklaşık bir yıldır yürüttüğünüz bu çalışmalar da üretim pratikleriniz ve teknikleriniz sizce karşılıklı olarak sizi nasıl besledi?
N.E.: Kerem’in de söylediği gibi yaklaşık olarak bir sene önce, Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın kurucularından Mihran Tomasyan, bizi kurucularından biri olduğu ve henüz kurulma aşamasında olan Tophane Noise Band (TNB)’in özel bir sunumunu izlememiz için davet etti. Kentin özel mahallelerinden biri olan Tophane’deki mekanlarında biriktirdikleri, gündelik yaşamda hemen hergün, en az birinin karşımıza çıktığı nesneleri ses çıkartılabilen birer heykele dönüştürmüşlerdi. Büyülendik. Kullanılan malzemelerin ve çıkan seslerin oluşturduğu atmosfer bize Tarlabaşı’ndaki Manastır’ın içinde yer alan Kumpanya’da yaptığımız çalışmaları, özellikle de Kim o? isimli oyunumuzu hatırlattı. Mihran’la yollarımız taa o zamanlar kesişmişti. Yaklaşık olarak yirmi beş senedir birbirimizin işlerini takip ederiz. Bu heyecanlı buluşma Geçen Günadını verdiğimiz oyunumuzun üretimine vesile oldu. TNB’in bu özel sunumundan sonra Mihran bize birlikte bir çalışma yapmayı teklif etti. Çalışmanın ilk aşamaları, TNB’den Mihran Tomasyan, Serkan Aka, Ufuk Fakıoğlu, Selim Cizdan ile oyun metni, ses tasarımı, hareket anlayışı, oyunculuk, mekan tasarımı gibi birçok konu üzerine yaptığımız uzun ve keyifli toplantılarla neredeyse kendiliğinden aktı. Kerem kısa sürede metni yazdı. Üretim süreci, asistanlarımız Ahmet Mete Balyan ve Zivan Arya Çelik’in oyunculuk katkılarıyla bir hafta, on gün süren bir laboratuvar çalışmasıyla devam etti. Hatta ilk gün, çalışma saatinden önce, Çıplak Ayaklar Stüdyosu’nda, farklı boyutlarda yükseltiler ve TNB’nin gösteride kullanma ihtimali olan, ses çıkartılan nesneleri de kullanarak mekanı kurduk. Birbirimizi ve yapmak istediğimiz işi daha iyi anlamak için kimi zaman hareket ve ses anlayışı üzerine yaptığımız kısa konuşmalarla kimi zaman da bu konuşmalar doğrultusunda yapılan doğaçlamalarla çalışmamızı sürdürdük. Asistanlarımız Basma Seiba ve Ahmet Mete Balyan’la yönetmen yardımcımız Ekin Deniz Görk’ün bu doğaçlamaları sabitleme çalışmaları sırasındaki emeklerini de burada anmak isterim. Mihran ve projeyi birlikte tamamladığımız bütün arkadaşlarımızla, hayata, birçok konuya ve detaya yaklaşımımızda o kadar çok ortak nokta ve bir miktar da farklılık var ki bunlar birlikte ürettiğimiz işe olumlu olarak yansıdı. Hemen hemen hepimizin uzam, zaman, hareket, ses, söz, konularında özgür ve samimi olmak veya bilineni tersyüz etmek isteği, hep birlikte Geçen Gün’ü oluşturmamızı sağladı.
Oyunun müziklerine ileride bir soundtrack olarak erişme ihtimalimiz olacak mı?
N.E.: Evet, bunu biz de çok istiyoruz ve heyecanla bekliyoruz. Tophane Noise Band’in hem yarattıkları enstrumanlar, hem de onlardan çıkardıkları seslerin birleşimi çok zengin çağrışımlar yaratıyor. Bu oyun için yaptıkları müzik, geçmiş ve gelecek arasında, sanki hem çok iyi tanıdığımız hem hiç karşılaşmadığımız birilerini, çok iyi bildiğimiz veya hiç bilmediğimiz yerleri, tanıdık gelen duyguları çağrıştırıyor. Takipçileri iyi bilirler ama burdan bir de ben söylemiş olayım. Onlar bazen DasDas’da kendi konserlerinde, bazen ‘Büyük Ev Ablukada’ konserinde, bazen bir sessiz film seslendirirken, bazen bir sanat galerisinde, bazen de belki kentin özel mahallerinden birinde, sokakta karşınıza çıkabilirler.
Mekân ve yapımdan da bahsedelim. Geçen Gün, Kundura Sahne’nin yapımcılığını üstlendiği ilk oyun. Beykoz Kundura ile olan bu ortak üretme deneyiminden biraz bahsedebilir misiniz?
K.K.: Beykoz Kundura, bu şehrin hafızası içinde eşsiz bir yeri olan, çok değerli bir oluşum bizim için. Mekanın son derece özenli bir çalışmayla, zarar verilmeden ve çağdaş mimarinin olanaklarını da çok iyi kullanarak korunmuş olması, orayı çok özel kılıyor. Yapılan arşivleme çalışması ve müze, olması gereken ve özlediğimiz yaklaşımı çok iyi örnekliyor. Uzun yıllardır, çekim platosu olarak sinema sektörü için de önemli bir yere sahip. Ayrıca mekanın, estetik olarak gerçekten büyüleyici bir güzelliği var. Bu oyun için bir yapımcı arayışı içindeyken, Mihran bize Beykoz Kundura’yı önerdi. Söylediği anda, tamamdır dedik, bu çalışmanın doğru yeri orası. Gerçekten de oyun sanki orası için yapılmış gibi, mükemmel bir şekilde mekanla bütünleşti. Beykoz Kundura’nın ve Buse Yıldırım’ın yapımcı olarak ticari kaygılarla değil, gerçekten doğru ve değerli buldukları işler yapmak hedefiyle hareket ediyor olması da altı özellikle çizilmesi gereken bir nokta. Bildiğiniz gibi çağdaş gösteri sanatları, tüm dünyada, ticari getirisi çok fazla olmayan ama kültür ve sanatın gelişimi açısından önemsenen bir alan. Burada da yaptıklarımızı önemseyen ve sahip çıkan oluşumların olması çok değerli.
Seyirci deneyimi olarak ilk söyleyebileceğim performans, dans, müzik ve oyunculukların “oyun” içindeki dengesi. Hiçbiri birbirinin önüne geçmiyor, provalara katılma şansım oldu ve şunu gözlemledim aslında her adım planlı, tekniği oturmuş olmalı ama bir o kadar da o ânın doğasında kalmaya ve bunu sahneye taşımaya da meyilli. “Oyuncu kimdir?” gibi bir soru da sorduruyor. Oyunculardan Esme Madra ve Ozan Çelik ile bu süreci nasıl yönettiğinizi sizden dinlemek isterim.
N.E.: Yapmak istediğimiz şey tam da buydu, çok doğru bir tespit. Metnin yazımı tamamlandıktan sonra gerçekleştirdiğimiz, bir hafta süren laboratuvar çalışması sırasında Geçen Gün’ün nasıl bir şey olacağını genel çizgileriyle belirlemiştik. Son bölümdeki tuğlalar da, rampa ve basamaklar da, oyundaki hareket üslubu da, bir sene önceki o ilk haftada bulunan fikirlerdir. Sonradan kullanmadığımız ya da değiştirerek kullandığımız bazı fikirler de oldu tabii. Hareket, ses ve sözün hatta nesnelerin, giysilerin, mekanın birbirine dönüşebilmesi, bunu yaparken seyirciyle sahici bir iletişim kurabilmek de bizim için çok önemli. Biz Mihran’la birbirimizin sanatsal eğilimlerini iyi biliyoruz ama Esme’yle ve Ozan’la ilk defa çalışıyorduk. Özdisiplinleri o kadar güçlüydü ki biz yönetmenlerin ve hareket tasarımını yapan Mihran’la Maral’ın zorlayıcı fikirlerimizi yaratıcı sonuçlara dönüştürdüler. Parçalı yapısı nedeniyle ezberlenmesi bu kadar zor bir metni ezberlemekle kalmadılar, o metni kendilerinden vazgeçmeden bünyelerine aldılar. İkisi de disiplinli ve yaratıcı oldukları kadar çalışılması keyifli oyuncular. Çoğu zaman benim başka gezegenden olmamın bile üstesinden geldiler.
K.K.: Mihran’la yaptığımız ilk toplantılardan birinde, hedeflediğimiz gösterinin yapısını tarif ederken şu tanımlar üzerinde özellikle önem vererek durmuştuk: Her bir öğe kendi başına o kadar güçlü olmalı ki, örneğin bu gösteriden hareket ve sözü çıkartsak, geriye kalan “şey” bir saatlik bir konser olarak izlenebilmeli. Veya müzik ve sözü çıkartsak, kalan “şey” bir dans gösterisi olarak izlenebilme değerine sahip olmalı. Aynı şekilde dansı çıkartsak, geriye müzikli bir oyun kalmalı. Aynı anlayışı, dekor ve ışık tasarımı konusunda da sürdürdük. Işık tasarımcımız Utku Kara’dan, sadece oynadığımız sahneleri doğru aydınlatmasını istemedik. Işığı kullanarak, her birine uzun uzun bakmak isteyeceğimiz “tablolar” oluşturmasını istedik. Aynı şekilde, dekor değişimlerini de, hareket tasarımının ve gösterinin izlemeye değer önemli bir aksiyon kategorisi olarak değerlendirdik.
90’larda başlayan “yenilikçi” tiyatro hareketinin önemli bir ayağıydı Kumpanya, bugün de sahnede arayışımız devam ediyor diyebilir misiniz?
N.E.: Evet, denebilir herhalde. Biz zihnimizi meşgul eden konu ve alanlarda genellikle bir hedefe ulaşma kaygısı olmadan detaylı çalışmalar yaparız. Bunlar bazen daha kısa bir zamanda sonuca ulaşıp tanıklık edilebilecek, izlenebilir bir şeye dönüşüyor. Bazen de sadece bizi besleyen bir çalışma olarak kalıp yıllar sonra, hiç beklemediğimiz bir zaman diliminde başka bir işe dönüşebiliyor. İkimizin de yıllardır bu alanlarda çeşitli eğitim kurumlarında dersler vermemiz de araştırmalarımızı sürdürmemize olanak sağlıyor ve bizi diri tutuyor. O yıllarda ben yenilikçi olmayı hedefleyerek değil zihnim öyle çalıştığı için, bugün de yaptığım gibi şeyler yapıyordum. Bünyesel bir durum yani, beslendiğim kaynaklar sanki kendiliğinden bir işlemden geçiyor gibi ve böyle işlere dönüşüyor. Tersyüz ederek yeni bir dengeye ulaşma tutkusu hep devam ediyor. Bu projede de çok olumlu birşey oldu. Benim işlerim genellikle hüzünlü anlardan oluşur. Bu, Geçen Gün’de Kerem’in espiri anlayışıyla birleşince müzik ve hareketin de etkisiyle çok katmanlı bir derinliğe dönüştü.
K.K.: Naz’ın söylediği “yenilikçi olmayı hedefleyerek değil zihnim öyle çalıştığı için” ifadesi çok önemli bence. Biz kendimizi seyirci yerine koyarak, izlemekten hoşlanacağımız işler yapmaya çalışıyoruz. Özellikle “farklı” veya “yenilikçi” olmak için fazladan bir gayret sarfetmiyoruz.
Kültür-sanat alanında üretmek her geçen gün zorlaşıyor. Özellikle bu alanda üretmek ve kendine alan bulmakta zorlananlar için deneyimlerinizden yola çıkarak neler söylemek istersiniz.
N.E.: Gerçekten bu konuda bir şeyler önermek giderek zorlaşıyor. Nüfus çoğaldıkça kaynaklar tükeniyor, görünür olmak zorlaşıyor. Hatta hayatta kalabilmek neredeyse imkansız hale geliyor giderek. Bütün bunlara rağmen tutkuyla, inançla, inatla, yapılmak istenen işin peşini bırakmadan sürdürme cesareti toplamak ve bireysel yaratıcılık devam ederken aynı zamanda kollektif üretim içinde olmak alan açabilir mi? Merkezden uzakta, ana akım içinde olmayan, kendi kollektifleri içinde üretilen işler yapmayı düşünmek yardımcı olabilir mi? Bilinen/bildiğimiz yöntemlerden farklı yöntemler geliştirilebilir mi? Kendini ifade edebildiğin farklı yöntemler geliştirilebilir mi? Başka çare yok gibi sanki. Farklı algı biçimleri oluşturmak lazım.
K.K.: Cevap vermesi çok zor bir soru. Ama ben çok önemli bulduğum tek bir bakış açısından cevaplayarak, hayatı biraz basitleştirmek istiyorum: Bence başkalarından beğeni toplamak için iş yapmamak çok önemli. Kendi zevkimize ve doğrularımıza göre, herkesten önce kendimiz için iş yapmalıyız. Özellikle cep telefonlarımızda yaşamaya başladığımız son yılların getirdiği “daha çok izlenme” ve “like toplama” odaklı yaşama kültürü, gerçekten iyi ve samimi işlerin çıkmasındaki en büyük engel. “Seyirci beğenisine göre” iş yapmayı çok zararlı buluyorum. “Kendini seyirci yerine koyarak” çalışmak, bence en doğru bakış açısı. İkisi çok farklı şeyler. Kendi beğenilerimizle, bizi mutlu eden, gurur duyduğumuz işler yapmayı sürdürürsek, yarattığımız süreklilik, zaman içinde kendi seyircisini de oluşturur mutlaka.
Bir şehir. Ve iki kişi. Birbirleriyle sürekli karşılaşan, geçişen, çarpışan, ama birbirlerini gerçek anlamda hiçbir zaman görmeyen iki kişi. Dünyaya karşı iki kişi. Şehrin içinde hareket ediyorlar. Ezilmemeye çalışıyorlar. Şehirle başa çıkmaya çalışıyorlar. Herkes onlara karşı, onlar tek başına. Kâh seksen yaşındalar, kâh on sekiz. Bir bakmışsın mağdur durumdalar, bir de bakmışsın suçluluk duygusu içlerini kemiriyor.
Biz tanıyoruz onları. Onlar da bizi tanıyor. Şehir değişiyor. Şehir sürekli farklı rotalar çiziyor. Şehir onları itip kakıyor. Diğer insanlar, şehirle bir olmuş, sürüklüyorlar onları. Her an başka bir tehdit altındalar. Sesler sarmalıyor hepsini. Kâh rahatsız edici bir kakafoni, kâh büyüleyici bir sükunet. Kâh bir gürültü yumağı, kâh bir müzik.
Ama aslında şehir de onlar, diğer insanlar da. Yani aslında ne kendilerinden başka bir şehir var, ne de kendilerinden başka diğer insanlar. Var olan sadece onlar. Yüzlerce, binlerce kendileri. Endişe dolu bir sevgi hikâyesi bu.
(Basın bülteninden)
*Bu söyleşi, 26 Ocak 2024 tarihinde Argonotlar.com‘da yayınlanmıştır.