22 Kas İnsan olmayan dönemeçte bir tiyatro sanatçısı: Manuela Infante
4, 5 ve 6 Kasım tarihlerinde yeni işi “How to Turn to Stone” (Taşa Nasıl Dönülür?) ile Beykoz Kundura’nın Kundura Sahne’sinde İstanbullu seyirciyle buluşacak Manuela Infante, karmaşık teorik konuları sahneye taşıdığı yapıtlarıyla son yıllarda uluslararası gösteri sanatları alanında pek sık gündeme gelen bir figür. Kanada ve Hollanda’da geçirdiği zaman ve edindiği deneyimler sayesinde hem Kuzey hem de Güney’in penceresinden bakabilen Şilili tiyatro sanatçısı Infante’nin işleri çoğunlukla, bazıları tarafından “insan-olmayan dönemeç” (non human turn) olarak adlandırılan düşünce ekolü içinde değerlendiriliyor. Tiyatroyu bir hikâye anlatma mekânından öte bir tür bedenleşen felsefe laboratuvarı olarak ele alan Infante, son işi “How to Turn to Stone”da emekçi bedenlerle jeolojik oluşumlar arasındaki benzerliğe ve aslında her ikisi için de geçerli, doğal kaynakların nasıl topraktan çıkarılarak tüketildiğinin tarihçesine odaklanarak, bizlerin de taştan yapıldığının ve maden misali çıkarılabileceğimizin altını çiziyor.
Röportaj: Ayşe Draz*
Bize Şili’den Hollanda’ya uzanan yolculuğundan biraz bahseder misin? Kültürel İncelemeler okumuş biri olarak farklı kültürlere maruz kalmanın sanatsal yolculuğunu nasıl şekillendirdiğini düşünüyorsun?
Kanada’da büyüdüm ve zaten bu farklı kültürlerle ilk tanışmam oldu. Kanada, kültür açısından çok zengin bir yer. Sonra Şili’de yaşadım. Ardın – dan Hollanda’da. Bu deneyimlerin işlerime etkisi oldu açıkçası. Yukarıda bahsettiğim zengin ülkeler, yani Kanada ve Hollanda ile Şili’de yaşamanın karşıtlığı, çok genç yaşımdan beri bana kuzey ve güneyin aynı dünya olmadığını çok açık bir biçimde gösterdi. Kuzeyin zenginliğini ve rahatını sürdürülebilir kılan, güneyin sömürülmesi ve tüketilmesi. Bu, bir çocuk ve bir genç olarak beni her zaman derinden etkiledi ve ben de bunu oyunlarımda mesele edinmekten asla vazgeçmedim.
Oyun yazarı, yönetmen, senarist ve müzisyen olarak birden fazla kimlikle işler üretiyorsun; çeşitli kimliklerin birbirleriyle ne türlü bir etkileşim içindeler?
Bana göre bu tek bir kimlik. Sanatların, hatta bilim ve felsefenin ya da mistik düşüncenin disiplinler arası ayrımı bana hiçbir anlam ifade etmiyor. Sanırım günümüzde, bu kadar karmaşık küresel sorunların ortasında dururken, bu disiplin ayrımları bize hiç de yardımcı olmuyorlar. Yeni ilişki biçimleri, dünya için yeni modeller vb. hakkında düşünmemize yardımcı olmuyorlar. Tiyatro alanında çalışmayı seçtim çünkü bir tür müzikal felsefe yapabileceğim bir yermiş gibi geldi bana; tiyatro okuluna girdiğimde müzisyendim ve felsefe okumak istiyordum. Tiyatro geleneğine pek ilgi duymuyordum ama aksine, farklı disiplinlerin iç içe geçtiği – çok ender bulunan- bir alan buldum. Bu yüzden tiyatrocuyum.
“Karmaşık teorik konuları sahneye taşıyan yaratımlarınla” tanınıyorsun, bu ilgi nasıl ortaya çıktı? Bu tür konuların sahneye taşınması neden gerekli?
Sahne işlerim benim için önemli olan konulardan ortaya çıkıyorlar. Kendimi bir tür mistik bilim insanı olarak görüyorum. Tiyatroyu, beni meraklandıran, şaşırtan, kavranamaz ve düşünülemez olduğunu hissettiğim şeylerin etrafında dans etmek için bir deney odası olarak kullanıyorum.
Yapıtlarında, “insan bilgisinde çözülemeyen bir alan” olarak bilinçli bir şekilde bazı muğlaklıklar bırakmaya çalışıyorsun, lütfen bunu biraz açar mısın? Sahne ile seyirci arasında kurmaya çalıştığın ilişki nasıl bir ilişki?
Son yıllarda, önceki çalışmalarımda mevcut olan insandan-fazlasının (more-than-human) büyüsüne kapılarak, insandan-fazlasını basitçe şu bölge olarak tanımlamaya başladım: İnsan bilgisinin asla erişemeyeceği o yer. O bölge, o ufuk sadece orada görüşümüzün sonunda değil, aynı zamanda burada, bedenimize, psişemize, biyografimize ve tarihimize kadar uzanıyor. Her şeyde ve herkeste, her zaman, anlayamayacağımız, kontrol edemeyeceğimiz, kendimize mal edemeyeceğimiz bir fazlalığın mevcut olduğu fikri beni büyülüyor. Bu fazlalığın mevcudiyetini kaybetmemenin yollarını bulmaya çalışıyorum. Saygılı bir mevcudiyet. Bir bitki, bir taş, petrol vb. gibi benim için bilinmeyen, kökten farklı olana etik bir yaklaşım bulmaya çalışıyorum. İzleyiciyi de bu yolculukta yanımda götürmeye. Tiyatroda olmak her şeyi anlamak, her şeyi anlamlandırmak değil, ki bu zaten aynı zamanda sömürmenin bir biçimi; daha çok bedenlerin, fikirlerin, imgelerin karşısında, bu bilinmeyen fazlalık karşısında var olmanın yeni yollarını keşfetmek.
Önceki işin Vegetative State’de (Bitkisel Durum) insanlar ve bitkiler arasındaki diyalogun imkânsızlığını ele alarak bitkilerin zekası ve iletişim olanakları gibi kavramları inceliyorsun. İstanbul’u ziyaret edeceğin daha yakın tarihli çalışman How to Turn to Stone ise, merkezine “cansız” şeyler olarak taşları/kayaları alarak, “büyüme, ilerleme ve gelişme gibi kavramların egemen siyasi ve ekonomik çerçeveler için merkezi öneme sahip olduğu” mevcut yaşam retoriğine karşı farklı bir direniş biçimi öneriyor. Bu iki örnekte de gözlemlenebileceği gibi çalışmaların çoğunlukla insan-ötesi ya da post-antroposentrik tiyatro olarak değerlendiriliyor; biraz bu alana ilginden ve yaklaşımından bahseder misiniz? İnsan-ötesi veya post-antroposentrik tiyatroyu nasıl tanımlarsın?
Son yıllarda, bazılarının insan-olmayan dönemeç, post -beşeri bilimler vb. olarak adlandırdığı bir düşünce akımının fikirleriyle uyum içinde çalışıyorum. Genellikle eleştirel felsefe ve teoriden ilham alıyorum; sahneyi, dünyayı enine boyuna ve de evcilleştirilmemiş bir şekilde düşünmenin bir biçimini canlandırmak üzere bir yer olarak kullanmak fikri, düşünen bir şey olarak ya da bedenle düşünmek için bir şey olarak tiyatro fikri beni büyülüyor. Teoriyle başlıyorum ve sonra… Her şeyi çok sorumsuz bir şekilde altüst ediyorum. Doğrudan söylemek gerekirse, insan-olmayan dönemece ait düşünürler, insan-olmayan güçlerin (doğada, insan vücudunda, tarihte, siyasette, ekonomide, vb. faaliyet gösteren) faillik katkısını vurgulayarak, insan merkezli (anthropocentric) düşünceyi çürütmeyi amaçlayan çalışmalar geliştiriyorlar. Tüm post hümanistler, failliğin gramerini bir şekilde yeniden yazmaya çalışıyorlar. Bu, eylem gramerini yeniden yazmak demek.
Kimin ve neyin failliğe sahip olmasına izin verilir veya verilmez, kim ve ne eyleyebilir veya eyleyemez. İnsan-sonrası ya da insan-olmayan düşünce, aynı zamanda, büyük İ ile yazılan İnsan kavramına sert bir eleştiri getiren, bu İnsan evrenselinin nasıl kurulduğuna, gerçekte bu İnsan olanın kim olduğuna ve hangi pratikleri kullanarak kendi alanını oluşturduğuna, kendi alanını oluşturmak ve kendisini evrensel bir referans olarak kurmak için kimleri dışarıda bıraktığına bakarak onun normalleştirilmesini bozan bir pratik. Bu, güney açısından bakıldığında, insan-olmayan düşüncenin çok önemli bir yönü. “İnsan” kavramı, önemli sömürüleri ve dışlamaları sürdürmek ve haklı çıkarmak için işlev gördü. Sadece insan-olmayanlara değil, aynı zamanda insandan daha aşağı kabul edilen insanlara da.
Projelerin üzerinde çalışırken sanatsal ekibini (performansçılar, müzisyenler gibi) nasıl oluşturuyorsun?
Beni büyüleyen sanatçılarla çalışıyorum. Genellikle çok geniş sorularla yola koyuluyorum. Oyuncuların, dramaturgların, müzisyenlerin katkıları işimin bel kemiğini oluşturan şey.
İşinle karşılaşmadan önce İstanbul izleyicisine söylemek istediğin bir şey var mı?
İşe karşı sabırlı olmaları. Bir manzara resmine bakarken ki gibi.
*Bu söyleşi Art Unlimited dergisinin Eylül-Ekim 2022 sayısında yayımlanmıştır.