KADINLARIN SİNEMA TARİHİNİ YAZMAK

Lumıere’ler “sinemanın babaları”ysa, tabii ki Alıce Guy’ı da bunun karşısına koyabiliriz ama bence aradığımız çıkış yolu bu olmamalı.

Salgın İstanbul’u ele geçirmeden önceki son haftasonu feminist kutlamalarla geçti. Biz de Kadınlar ve Uluslararası Sinema Tarihi ekibinin Türkiye ayağı olarak Elif Rongen-Kaynakçı ile beraber Beykoz Kundura’da Buse Yıldırım’ın ev sahipliğiyle kadınların sinema tarihini anmak için iki günlük bir etkinlik programı hazırladık.

Elif, Hollanda’da Eye Film Müzesinin sessiz sinema küratörü. Aynı zamanda da hayatının yirmi yılı aşkın bir dönemini kayıp filmlerin bulunması, restore edilmesi, araştırmacılara ve sinemaseverlere sunulmasına adamış bir arşivci. Sadece sinema tarihinin temel taşları olan filmlere değil, sessiz sinemanın unutulmuş ya da ihmal edilmiş kadınlarının işlerine de odaklanıyor. İstanbul Sessiz Sinema Günleri başta olmak üzere uluslararası pek çok sessiz film festivali için çalışan Elif, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Görüntüler başlığı altında, yirminci yüzyıl dönümünde Osmanlı topraklarında çekilmiş film programları hazırlayarak dünyanın pek çok şehrinde gösterime sundu.

7 ve 8 Mart haftasonu programı için biraraya gelmişken Elif’le bir de 5Harfliler söyleşisi yapalım istedik. Programın odak noktalarından biri yakın zamanda hakkında yeni bir belgesel yapılmış olan ilk sinemacılardan ve ilk kadın yönetmen olarak geçen Alice Guy-Blaché vardı. Be Natural: The Untold Story of Alice Guy-Blaché / Doğal Ol: Alice Guy- Blaché’nin Bilinmeyen Hikayesi (Pamela B. Green, 2018) isimli bu belgesel, daha 13 Haziran’da Filmmor Kadın Filmleri Festivali kapsamında online olarak gösterildi. Biz de 7 Mart’ta Katja Raganelli’nin 1997’de yaptığı Alice Guy-Blaché belgeselini göstermiştik.

7-8 Mart programının adını, yazar-yönetmen olarak bilinen ve istisnalar hariç geneli erkek olan auteurlerin kanonu belirlemesindeki tuhaflığın üzerine gitmek adına “Sinemanın Kadın Öncüleri” koyduk. Ancak sinema gibi kolektif bir sanat ve deneyim formu söz konusuyken, tek tek belirli isimleri öne çıkarmanın ve “auteur”lüğün problematize etmenin gerektiği fikriyle hem programı yürüttük hem de bu mülakata başladık.

Bazı kadınların isimlerini ve hayat hikayelerini ön plana çıkartıp diğerlerini es geçmenin sıkıntılarından girelim mi söze?

Elif: Evet, Alice Guy-Blaché burada da önemli bir rol oynuyor. Madem ki “sinemanın mucitleri” Lumière kardeşlerden ‘şöyle dahi, böyle dahi bu iki erkek kardeş’ diye sürekli bahsediliyor, bunun karşısına “sinemanın annesi” söylemli bir film konabilir. Hatta belki de konmalıdır ama bu konuşma tarzının, bu yaklaşımın özünde rahatsız edici bir mesele var, bir kişi sanki tek başına ortaya çıktı ve herşeyi bir başına yaptı gibi. Bu tür bir anlatım zaten sinemanın özüyle bağdaşmıyor, değil mi? Sinema bir ekip çalışmasıdır. Mesela bunu – ondan da o kadar emin değilim ama – belki bir ressam için söyleyebilirsin. Belki ressam stüdyosuna kapanıp kendi kendine üretiyor. O bile bence çok gerçekçi değil. O ressam da muhakkak içinde bulunduğu toplumun, meslektaşlarının ve diğer entelektüellerin etkisinde kalan bir insan. Ama diyelim ki orada teknik olarak tek başınalık mümkün. Yani sen kendini odana kapatırsın, önüne tuvalini koyarsın inzivaya çekilirsin. Sinemada teknik olarak bu mümkün değil. Tek başına zaten film çekemezsin. Dolayısıyla sinemadan böyle bahsetmek bence abes. Bu anlatım bir kahraman ihtiyacını karşılıyor, yaratıcı, sanatçı, deha arayışını…

Literatürde de, sinema sohbetlerinde de dahi adamlar olarak varsayılıyor auteur yönetmenler değil mi?

Elif: Evet ama bu söylem nereden çıkmış? Nereden çıkıp, neden sinemaya eklemlenmiş? Bunları zaten baştan sorgulamalıyız. Sonra bunun yol açtığı yanlış anlamalar, bunun yol açtığı tuhaf söylemlerle uğraşmak durumunda kalıyoruz. Bu anlatıyı nasıl aşacağımızı konuşmak yerine ona karşı örnekler bulalım diye uğraşırken buluyoruz kendimizi. Lumière’ler 1895’te bir dehaysa biz de karşısına o zamanın kadın dehasını bulalım gibi… Lumiere’ler böyleyse, tabii ki Alice Guy’ı da bunun karşısına koyabiliriz ama bence aradığımız çıkış yolu bu olmamalı. Biz başka bir şekilde, kadınların rolünü netleştirmeye çalışırken, bir yandan da sinemanın bir ekip çalışması olduğu fikrini de yaymalıyız. Yoksa zaten insanların kafasındaki birtakım önyargılar ve yanlış bilgiler iyice karışıklığa yol açacak. Halbuki biz yolu açarken birtakım başka önyargıları da ortadan kaldırmalıyız… Bu zor bir görev çünkü birtakım şeyler kemikleşmiş durumda.

Evet 1960’larda Fransız Yeni Dalgacılar’dan beri sinema sohbetlerini belirliyor auteur yönetmen kabulü. Tabii Alfred Hitchcock ve Orson Welles gibi patriarkal figürleri kahramanlaştırarak başlayan sinema dergiciliği de cabası.

Elif: Doğaldır. Sinema yazarları ve yönetmenler birbirini tanıyan insanlar, kendi dostunun, akşam meyhanede içki içtiği arkadaşının çektiği filmi tabii ki övecek. Zaten belki de birlikte konuşmuşlardır filmin fikrini değil mi? Bu insanın doğasında var, şaşılacak bir şey değil ama bunu yanlış hale getiren, o ortamdan tamamen uzak bir insanın, başka bir ülkede bir yazarın da bunu okuyup, hiç kritik bağlamda görmeden kendi içinde tekrar etmesi. Düşünmüyor ki o yönetmen bunu zaten oturup yazar arkadaşıyla defalarca konuştu, birlikte çekti hatta neredeyse. Yani o bağlamı zaten görmeliyiz ama göremeyebiliriz üzerinden bu kadar zaman geçtikten sonra. Örneğin bugün Tarantino’nun bir filmini çekerken kimlerle hangi ilhamlarla falan çektiği yine bilinebiliyor. Ama bunu tarih içinde geriye dönüp göremeyeceğimizi kavramak önemli. Öte yandan belki de bundan yüz yıl öncesinin şöyle bir hoşluğu da var, derinlemesine araştırma yapabiliyoruz. Mesela birinci elden yazışmalara bakabiliyoruz, sadece şu kitap yayınlandı diye kitabı tek başına kaynak olarak göstermektense…

Bu bilginin eksik ya da yanlış da olsa tekrar ederek çoğalması konusu da önemli. Kadınların ya da madunların tarihe girmelerini ve bilinmelerini de engelliyor bu kolaycılık değil mi?

Elif: Tabii ama derinlemesine keşfedilene ve araştırılana dek. Mesela bu tarihi değiştirme konusuna elimizde çok bariz bir örnek var: Filibus (İtalya, 1915). Filmin tek kopyası bizde Desmet koleksiyonunda, biz bunu yanlış hatırlamıyorsam 1989’da ortaya çıkarıyoruz, Filibus kayıp bir film idi diye. Tek kopya olduğunu anlayınca bizim kurumumuz restorasyon yapıyor. Festivallerde gösterime sokuyor, fakat o zamandan başlayarak hem bizim kataloğumuzda, hem o festivallerin kataloğunda Filibus’ta oynayan oyuncu Cristina Ruspoli’dir diye geçiyor. Ve biz bu bilgiyi bundan iki yıl öncesine kadar hiç sorgulamadık. Burada kendi hatamızı da kabul ediyorum, bizim kataloğumuzda böyle yazıyordu. İtalyan kaynakları da böyle diyor zaten.

Filibus’un keşfini ve filmin öyküsünü biraz anlatır mısın?

Elif: Üç yıl önce, San Francisco Sessiz Film Festivali Eye Film Müzesi’ne kurum olarak sessiz sinema ve restorasyon alanında ödül vereceğini söyledi. Ben de kurum adına ödülü almaya gideceğimi söyledikten sonra, ödül töreninde Filibus’u göstermelerini rica ettim. Onlar Filibus’u henüz bilmiyorlardı ama ben bu filmin günümüze cuk diye oturacağını hissediyordum. Ve işte ispatı, o gün bu gündür film her ay dünyanın bir yerinde gösteriliyor, DVD’si çıkacak yakında. Çünkü filmde tek oyuncu üç rol birden oynuyor, ana kahramanı gizemli, havalarda uçan bir kadın korsan. Kanıt Peşinde (Anthony E. Zuiker, 2000-2015) ve Görevimiz Tehlike (Brian de Palma, 1996) bir arada gibi ya da belki Sherlock Holmes’a benziyor gibi.

Röportajın devamını okumak için 5 Harfliler sayfasını ziyaret edebilirsiniz.