PRANTIK NARAYAN BASU İLE RÖPORTAJ

Prantik Narayan Basu, Hintli bir senarist, kameraman, editör ve film yönetmenidir.  Film Yönetmenliği dalında Hindistan Film ve Televizyon Enstitüsünde eğitimini tamamlayan Basu’nun kısa metrajlı filmi Sakhisona BFI Londra, Mumbai ve Rotterdam’da gösterilmiş ve Tiger Award En İyi Kısa Metrajlı Film ödülünü aldı.  Rang Mahal (Renkler Sarayı) filmi ise Berlin, IDFA,Signes de Nuit Thailand, Concorto Film Festival, DMZ Docs, Nomadica Bologna, Arthouse Asia ve Bilbao Uluslararası Belgesel ve Kısa Metrajlı Film Festivalinde gösterildi.

Prantik Narayan Basu, Filmatique için Talents 2020 etkinliği kapsamında özel bir söyleşiye katıldı.

FILMATIQUE: Filmlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederiz.  Rang Mahal (Renkler Sarayı) oldukça büyüleyiciydi – rüya gibi ve cezbediciydi.  Bana göre masalsı, mitik ve beşeri olmayan yanları açısından Sakhisona, bir bakıma  Rang Mahal için bir veri tabanı, bir leksikon oluşturdu.  Söyleşimize Rang Mahal’deki mit, tarih ve coğrafya mimarisi ile başlamak isterim. Nasıl inşa ettiniz? Sizi ona götüren süreç nasıldı?

PRANTIK NARAYAN BASU:  Ben teşekkür ederim.  Mimari atfı hoşuma gitti.  Filmler zaman ve mekân açısından kendilerini açarken bunu sıkça düşünürüm.  Benim sinema pratiğim mitler ve folklorla çok yakından ilişkili.  Mitler ve folklor bir zaman kapsülü, anekdotlar tarihine bir giriş gibi işlerler ve bize toplumun değer yargıları sistemine bir erişim sağlarlar. Onları okumayı/dinlemeyi çok seviyorum ve bir film yapımcısı olarak sevdiğim şeyleri daima paylaşmaktan hoşlanıyorum.

Bu ebedi hikâyeler sadece birer yapısal harika olmayıp aynı zamanda günümüz anlatı biçimlerinden çok daha ilericiler.  Örneğin Rang Mahal ‘deki yaratılış mitleri, insanın anlatının merkezinde olmadığı, insan ve doğanın uyumlu bir birlikteliğinden söz eder. Popüler kültür bakışımız insanı tüm anlatıların merkezine koymuştur.  Ben sinemanın bunun ötesine geçerek değişik bir referans çerçevesinde farklı anlatı olasılıkları yaratabilme kapasitesine sahip olduğuna inanıyorum.

Filmde gördüğümüz Khori Dungri ya da tebeşir taşı tepesi yıllar boyu süren erozyon ve çökelmeler sonucunda oluşmuştur. Yerel halk evlerinin duvarlarındaki çatlakları onarmak ve süslemek için onun pigmentlerini kullanıyorlar. Çok değişik renk tonlardaki kayalar gibi Santhali yaratılış mitinin binlerce değişik versiyonu vardır.  Yerel halktan bazılarına sordum ve bana bu mitlerin sözlü olarak aktarıldıkları için her anlatılışlarında ve yeniden anlatılışlarında değişiklikler gösterdiklerini söylediler. Aynı hikâyenin değişik versiyonlarının olması düşüncesine hayran kaldım.  Bunu işitsel boyut olarak kullanırken kayaları, tepeleri, ağaçları ve köyü kullanarak görsel boyutu, bazen hikâyeyle doğrudan bağlantı kurarak, bazen de izleyicinin kendi versiyonunu oluşturması için açık uçlu bırakarak inşa etmeye başladım.

FLMTQ:  Filminizin giderek büyüyen modu hakkında düşünürken bu erozyon kavramı hoşuma gitti. Büyüyen derken filmin etnografik veya belgesel tarzda olmayan masalsı ve mitik anlatımını kastediyorum. Çok canlı, çok güncel ve sarmalayıcı. Dahası mekânın topografisi de katılmış bütüne ve mekân kendi zamansal hikâyelerini kendisi anlatıyor zaten.  

Sorum sömürgeci rasyonel aydınlanma projesini konu alan Ashis Nandy’nin “Gizli ve İletişimsiz Kişiler Manzarası” başlıklı bir denemesinden yola çıkıyor. Bu proje kendi hiyerarşi normlarına göre sömürge mitlerinin, batıl inançlarının ve folklorunun politik, tarihsel ve rasyonel olmadığını savlıyor.

Oysaki sizin filmleriniz folklor ile tarihi harmanlıyor. Bu elbette ki tarih çünkü insanların nasıl yaşamakta olduklarını ve nasıl yaşamış olduklarını anlatıyor. Neye inandıklarını ve yaşamlarını nasıl inşa ettiklerini anlatıyor.  Bize folklor ve sözlü hikâye anlatımının kırsal alanlarda yaşayan tüm insanların ya da insan kuşaklarının tarihi olduğu düşüncesine nasıl vardığınızı anlatabilir misiniz? Tarih, bizim düşünmediğimiz ya da ders kitabı tarihi veya resmi tarih olarak görmediğimiz biçimde nasıl inşa oluyor?

PNB:  Eğer ritüeli sadece kendi içinde ele alırsak Santhaller buna hem edebi hem de mecazi anlamda bir tür onarım olarak bakarlar.  Sohrai (bir geç hasat festivali) festival günlerinde tekrar tekrar anlatılan bu mitler de mitleri mikrokozmozlar olarak değerlendiriyorlar. Örneğin  Rang Mahal ‘deki Thakur Jivi hikâyesi, tanrının önce hayvanları yarattığını, insanın resme daha sonra girdiğini belirtir. Santhaller gezegende fazlalık statüsünde olduklarının son derece farkındadırlar ve çevreyle uyumlu bir ilişki içerisindedirler.  Onlar için bir ağaç sadece bir ağaç değildir, bir gölet de sadece su depolamak için topraktaki basit bir çukur değildir: Ailesel değerlerle ilişkililerdir. 

Çok uzun zamandır kendimizi Adivasi (yerli) bakışında “gelişme” kavramının anlamını bildiğimize inandırdık.  Bu bağlamda Pathalgadi (taş levha) akımından söz etmek önemli çünkü Hindistan’daki birçok Adivasi köyü “öz yönetim alanı” olarak ilan etmiş durumdalar. Onlara öz yönetim hakkı tanıyan Hindistan Anayasasının ilgili kısımları büyük taş levhalara yazılmış ve çoğunlukla köyün tam girişine yerleştirilmiştir. İronik olarak son yıllara kadar yazılı dili olmayan bir topluluk kendi tarihini konuştuğumuz gibi yazmaktaydı. Ve biz umalım ki dünya, bir gün bizimkinden farklı, muhtemelen uzun vadede daha akılcı, daha sürdürülebilir inanç sistemlerinin var olduğunun bilincine ulaşır.

FLMTQ:  Bu acilen ihtiyaç duyulan bir kavram ve ben bu geç kapitalist ekstra aktivist dünyada inanılmaz bir biçimde kaybolduğunu düşünüyorum.   Birçok çevresel adalet hareketi yeni çözümler bulmaya çalışıyor ve insan sonrası bir gelecek arıyorlar. Sözün tam anlamıyla yerli topluluklara gidip, onlara nasıl yaşamış olduklarını sormak meselesi. Çünkü onlar birlik içerisinde, insan olmayan unsurlarla sömürücü olmayan bir biçimde yaşıyorlar ve kendilerini onlardan ayrı görmüyorlar. 

Şimdi artık yerli toplulukların bilgi birikimi dikkate alınmaya başladı oysaki önceleri bu ana akım veya hatta bağımsız sanat, film ve edebiyat dünyası için bile çok marjinal ve önemsizdi. Bu durumda siz bir toplumbilimci gözüyle değil ya da onları ilkel ya da ataerkil göstermeden bir topluluğa nasıl yaklaşıyorsunuz? Çünkü bu dünyanın değişik yerlerindeki kabile topluluklarına sıklıkla indirgeyici bir bakış açısıdır. Bunların ışığında szn yaklaşımınız nedir?

PNB:  İlk yaklaşım elbette farkındalıktır.  Bir banliyö ortamında büyüdüm ve bu konuları tamamen anladığımı iddia edemem. Doğayla ilişkilerinin dinamiği çok karmaşık. Yapabileceğim en iyi şey aletimle yani kameramla bir sömürgeci gibi davranmamaktı. Bir süredir toplulukla çok yakın çalıştığım için (Önce Sakhisona filminde ve sonra yapım sonrası aşamasında olan bir başka belgesel filmde) aramızda bir ölçüde belirli bir dostluk duygusu oluştu.  Esas tavrım mahremiyetlerine girmemek veya sorgulamamaktı, bu benim fikrimce ters olurdu. Bir topluluğa kümülatif özne olarak yaklaştığımızda ve kameramızla mekana girdiğimizde herhangi bir akıcı etkileşime izin vermeyecek bir tavır takınırız.  Bu filmde karşıt unsur olarak kullandığım arşiv portrelerinde görülebilir.   Ana akım filmlerde çok nadiren duyulduğu gibi özne olarak insanları değil ama onların sadece seslerini kullandım.  Onları kameranın önünde durdurup yüz hatlarını çekmeyi sorunlu buluyorum.  Bu sebepten belirli bir mesafeden çekmeyi ve aktarmak istediğim dünyayı olduğu gibi sunmayı seçtim. Sanırım bu, eskiye oranla onlarla daha yakın bir samimiyet kurmama ve dünyalarını onların gördüğü gibi anlamama yardımcı oldu. 

FLMTQ:  Çok şey öğrenebileceğimiz bir yaşam tarzının içine girmekten söz edersek yarattığınız ses ortamını ve ses tasarımınızı oldukça büyüleyici buldum; folklor ve anlatıcı sesi kullanmıştınız ama ağaçların, kuşların ve böceklerin seslerine yani değişmez ses dokusuna öyle çok vurgu yapılmış, ince ayrıntılara öyle sürekli dikkat çekilmişti ki. Bize sadece gürültü gibi gelebilir ancak aslında başlı başına bir dil. Bu bilinçli olarak yakalamak istediğiniz bir şey miydi?

PNB:  Bu ses tasarımcım Ananda Gupta ile uzun uzun tartıştığımız ve birçok deneme ve yanılma sonunda ulaştığımız bir şey.  Doğal seslerin anlatıcı sesiyle birlikte can alıcı bir rol oynaması planımızın bir parçasıydı ama etkisinin ölçüsüne çekim süreci içerisinde karar verdik. Balika Hembram ve Sanjay Tudu’nun sesleri belirli bir şiirsellik ve bir arkadaşa hikâye anlatma samimiyeti içeriyor.  Bu rüyalara dalmamızı ve anlatılan hikâye için neredeyse bir radyo tiyatrosu tarzı bir ses ortamı (soundscape) tasavvur etmemizi sağladı. Ancak burada bazen tamamlayıcı bazen de karşıt unsurlar içeren görseller kullandık. Basitçe söylemek gerekirse oyun oynar gibi davrandığımızı söyleyebilirsiniz.

FLMTQ:  Demek uzun bir belgesel üzerinde çalışıyorsunuz, bir sonraki işiniz bu mu?

PNB:  Evet. Düzeltmeleri yeni tamamladım ve sokağa çıkma yasağı sona erer ermez ses tasarımını, renk ayarlarını tamamlayacağız.  Adı Bela olacak ve önceki filmimde rol alan bir grup dansçıyı konu alıyor. Bu da aynı isimde küçük bir köyün gözlemsel portresi olacak, sanat ve işlerinin ritimleri ve ritüellerini ve bunlar arasındaki muğlak eşiği göreceğiz. 

İlk kurgu filmim olacak Dengue’nin senaryosunu bitirdim ve Rotterdam Uluslararası Film Festivalinden Hubert Bals fonu aldık. Ani bir yaz yağmuru sırasında tesadüfen karşılaşan iki adamı ve onların ateşli bir aşka dönüşen ilişkisini anlatan bir hikâye.  Projeyi İtalya’da PJLF Three Rivers Residency’da geliştirdim ve gelecek yıl çekimlere başlamayı planlıyoruz. 

Söyleşiyi yapan: Ritika Biswas Misafir Küratör, Filmatique

Çeviri: Murat Müftüoğlu